dini yazılar

 

buyrun miraca çıkalım....MİRAC, Peygamberimizden bize miras kaldı.
O miraca yükseldi, kulluğun en uç noktasına vardı, yakınlığın en nihayetine ulaştı, kâinat ötesi bir yüceliğe erişti,
Rabbiyle buluştu, binbir kelâm etti, bir anda gitti, gördü ve döndü.
Çünkü zaman ötesine geçti.
Zamansız, mekânsız, maddesiz bir derinliği yaşadı.

 Rabbinin huzuruyla şereflendiğinde bütün varlıkların ve insanların selâmını, tesbih ve ibadetlerini, tebrik, bereket ve güzelliklerini ve her türlü tayyibatı O’na arz etti.

Bu esnada salih kullarını, mü’minleri, miraca ilgi ve alâka duyanları, kendini miraç mucizesiyle bütünleştiren, miracın mânâ ve mahiyetini kavrayıp, ruhuna sindiren takva ehlini de orada andı.

Rabbinin O’nun şahsına verdiği selâmı, O hem kendi üzerine aldı, hem de “ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” diyerek ümmetini de miracın içine kattı, o âleme taşıdı, orada andı ve hatırladı. Böylece miracını bütün bir ümmetiyle birlikte idrak etti.
Çünkü O yaratılış ağacının en son ve en mükemmel meyvesi ve aynı zamanda en seçkin çekirdeği ve özüdür. Bu çekirdek O’nun kadar mükemmel ve şerefli bir meyve libasını daha giymemiştir.

Ve Cenab-ı Hak, kocaman bir çam ağacını buğday tanesi gibi bir çam çekirdeğinden çıkardığı gibi, şu kâinatı da onun nurundan yaratmış, O’nun duası ve ibadetiyle de, öbür âlemin kapısını açmıştır.

O zamandan bugüne ise ümmetin veli kulları ruh ve kalb ayağıyla, kendi istidat ve birikimlerine göre o nurlu caddede, nebevî miracın gölgesinde yürümüş, o yüce makamlara tırmanmışlardır.

Miraç öyle bir mucize, öyle kapsamlı bir hakikat, öyle geniş, derin ve nurlu bir olaydır ki, imanın mayası, kulluğun esası ve temeli, ilâhî yakınlığın ve rahmetin yolu orada anlaşılmış ve bilinmiştir.

O bir rahmet peygamberi olduğu, her anda, her yerde ve her vesileyle ümmetini hep yanında ve yakınında gördüğü ve bizi Rabbimize tanıtıp anlatmak için bütün âlemleri gözümüzün önüne serdiği içindir ki, miracın da en uç noktasında yanında taşımış ve manen beraberinde götürmüştür.

Şehadet âleminden gayb âlemine, dünya âleminden âhiret âlemine geçmiş, bizim birer iman esası olarak bildiğimiz, inandığımız, kabûl ve tasdik ettiğimiz hakikatleri o bizzat görmüş, tatmış, yakından müşahede etmiş, yaşamış ve bütün varlığıyla ruhuna sindirmiştir.

Öyle ki meleklerle görüşmüş, Cebrail aleyhisselâm ile birlikte bu yolculuğu gerçekleştirmiş, Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imamlık yapmış, sema katlarında peygamberleri ziyaret etmiş, bütün âhiret âlemlerini gezmiş, dolaşmış ve tanımıştır. Cennetin nimetlerini ve hurilerini, Cehennemin azabını ve zebanilerini görmüş, Cennetteki ümmetinin saadetini, Cehennemdeki günahkârların dehşetli hâlini müşahede etmiş, “Sizin inandıklarınızı ve iman ettiğiniz gayb âlemini ben gittim, gördüm, geldim. Bunda şüphe ve tereddüt yok” demiş, “âhirete gidip gören var mı?” diyenlere fiilen cevap vermiştir.

Asıl miraç, en büyük miraç, “en büyük kul” ile Rabbi arasında vuku bulan miraç, kendi vakti içinde gerçekleşti ve tamamlandı; ama oraya velâyetiyle gidip risaletiyle dönen Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) o nurlu kapıyı açık bırakmış, o ilâhî davete herkesi ve hepimizi çağırmıştır.

Böylece miraç, bizi bize tanıtıyor, kendi konumumuzu ve durumumuzu ortaya çıkarıyor. Allah katındaki yerimizi ve mevkiimizi belirliyor. Ve bize henüz dünyada iken imanın hazzını, âhiretin saadetini ve huzurunu tattırıyor

Bizim günlük namazlarımız, böyle muhteşem bir yücelmeye eğitim mahiyetindedir. Yani bütün inananlar hangi şekilde olursa olsun, namaz kılarak ahlaklarını arıtır ve insanlığın haysiyetli yapısına ulaşır. Bugün yeryüzünde yüz milyonlarca insan, eksiği ile, yanlışı ile namaz kılmaktadır, riyakârca kılınan namazlar dışında bütün namazlarımız Cenab-ı Hakk'ın makbulüdür. Şu halde, biz namaz kılarken hep ahlâki bir yücelmenin özlemi içinde ve gayretinde olmalıyız. Elbette Allah'a lâyık hamd namazına erişmek, zorlu bir arınma konusudur.

Gerçek ve hakiki namazda kul, Miracın hikmetlerine yaklaşır.

Mümin’in Miracı NAMAZ.

Buyurun Miraca Çıkalım...


 


İşte ALLAH'ımıza borçlu olduğumuz zamanı güzel kullanma zaruretini tam zarafetle anlatan bir yazı..

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez.
Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor.
Ne yaparsın?
Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz; Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır.
Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla iyi bir yatırım yap.
Mutluluk, sağlık ve başarı için.
Zaman kaçıyor.
Her gün için en iyisini yap.
Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe sor.
Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için, trenini kaçıran yolcuya sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.
Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için, olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.

Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş.
Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.
Unutma zaman hiç kimse için durmaz.
Geçmiş zaman tarihtir.
gelecek zaman sırlar, meçhullerle dolu.
Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.

Bu yazıyı uzun zaman önce Türkiye gazetesinde yazan Ahmet kabaklı kaleminden okumuştum..  Yazının öncesi ve sonrası vardı, ama ben bu bölümü beğendiğimden, sizlerle paylaşmak istedim..

Selam ve dua'ile...

Tevbe Kapısında Buluşalım
Ramazan Ayı'nda Mü’minin yapacağı iş¸ kendini ve kırmadan dökmeden kardeşlerini "Tevbe Kapısı"nın eşiğine taşımaktır. O eşikte Allah’ın rahmetini kana kana yudumlamaktan daha güzel bir bahtiyarlık olabilirmi?
Selamünaleyküm.
  
İnsanların birbirinin kusurlarını aradığı ve başkalarında hata bulmayı fazilet saydığı bir sosyal bünyede hastalık olarak değerlendirdiğimiz ve bu nedenle duyduğumuz üzüntü neticesinde bu hastalıktan toplumu nasıl kurtarabiliriz ve kendimiz bu hatadan nasıl beri kalabiliriz diye düşünmemiz neticesinde bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettik.
 
İnsan varlık aleminde çok farklı bir mevkie sahiptir. Melek¸ şeytan ve hayvan… Hiç bir yaratık ne onun konumuna erişebilir¸ ne yüklendiği misyonu yerine getirebilir. Maddeyi kuşatmaya çalışan akıl ve iradesinin yanında¸ onlardan ayrı olmaksızın manaya kucak açan gönül ve ruh cephesi ile dikkatleri üzerine çeker insan. Onun dışındaki hiçbir varlık (yaratılmış) ta bu kemâl ve üstünlüğü görmek mümkün değildir.
 
Diğer yandan; insanın sadece iyiliğe dönük cephesi değil¸ kötülüğe yönelik tarafıda hayret vericidir. Zira Allah’ın rahmeti¸ mağfiret ve gazap sıfatlarını celbeden daha çok bu yönüdür.
 
Günah ve isyan¸ insandaki akıl ve iradeyle ilgili bir fenomendir. Hatta Hz. Adem (as) ve Havva anamızın¸ “bu ağaca yaklaşmayınız” ( bakara /55) hitabına rağmen “yasaklanmış ağaçtan” gıdalanmaları ; “insan iradesi” nin ortaya çıkışı¸ ardından tevbe ve bağışlanma müjdesinin insan fıtratıyla münasebeti bakımından dikkat çekici noktalardır. Çünkü bu ilk örnekle birlikte insan fıtratının¸ zıtları kendinde cem eden bir mahiyeti de tespit edilmiş olur. Gülmeyi – ağlamayı ¸ sevinci – üzüntüyü ¸ iyiyi – kötüyü ¸ güzeli – çirkini ¸ günahı ve tevbeyi kendinde barındıran insan¸ adeta alemdeki zıtlıkların büzülmüş¸ küçültülmüş ve özenle paketlenmiş bir halidir.
 
İnsanın¸ şerre dönük cephesinde en çok karşılaştığı olgulardan biri günahtır. Günah¸ mü’minin Rabbi ile olan bağlarındaki gevşeklik iken¸ küfür bu bağların kopması koparılmasıdır. Şüphesiz insan¸ günah işlemekle çıkışı olmayan bir yola girmiş olmaz. Zira “tevbe” en büyük çıkış ve kurtuluş kapısıdır. Fakat küfür den sonra belki en tehlikeli durum¸ nefsin kişiyi tevbe kapısından uzak¸ pişmanlık duygusundan yoksun bırakmasıdır. Tevbe ve istiğfara yanaşmamak¸ kişinin¸ Allahın rahmetinden kendisine açılan kapıları kapatmasından başka bir şey değildir. Ferdin dünya ve ahiret hayatını altüst edecek derecede korkunç bir tehlikenin de habercisidir.
 
Efendimiz (sav); “günahlarınız göğe ulaşacak kadar çok olsa dahi¸tevbe ederseniz¸ Allah tevbenizi kabul eder” (ibn Mace¸ Kitabü’z-zühd) buyurur. Bir hadis-i kudsî de de Rasûlullah’ın ağzından Cenab-ı Hak; “Ey kullarım;benim koruduğum kimseler müstesna¸ hepiniz günah işlersiniz. Mağfiret dileyinizki bağışlayayım.” (Tirmizi¸Kıyamet:48 – İbn Mace¸zühd:30) diyerek af çağrısında bulunur. Çünkü “Günahtan tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir.” (ibn mace¸zühd:30)
 
Mü’min¸ günahlarında ısrar etmediği gibi Allah’tan da ümid kesmez. “Deki: ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar.” (Zümer / 53) ilahi hitabıyla hayat bulur. Mü’minin Allah ile olan münasebetine son derece önem atfeden İslam¸ ümitsizliğe düşülmesini uygun görmez. Hatta ümitsizlik hali¸ küfür kabul edilir “İbrahim dedi ki: "Rabbimin rahmetinden¸ sapıklardan başka kim ümit keser?" (Hicr / 56)
 
Bütün bunlar¸ mü’mini tevbe kapısına taşımak içindir. Çünkü insanların çoğu¸ hata ve günah işlemekte maharetli oldukları halde¸ tevbe etmekte aynı şekilde maharetli davranmazlar. Bakın Allah Rasulü ne buyuruyor “her insan hata eder¸ günah işler; fakat günah işleyenlerin en hayırlısı çok tevbe edenlerdir” (tirmizi¸ kıyamet:49 – Darimi¸rikak:18) Hele de insanlığın hep başkasının günah beyannameleri ile meşgul olduğu bir zamanda¸  kişinin kendi hatalarını görüp tevbe edebilmesi ne kadar hayırlı bir ameldir.
 
Ne yazık ki bu gün¸ mü’minin günahı üzerinde iz sürmek ciddi bir hastalık halini almıştır. Mü’minlerin birbirini sevmesinin rahmete vesile olcağı da bir gerçektir. Ancak çok ciddi hile ve tertiplerle¸ bu sevginin yok edilmeye çalışıldığı¸ bu uğurda ciddi fedakarlıklar ortaya konulduğu bir vakıadır. Yapılan tertiplerin başındada “günah hafiyeliği” ni teşvik gelmektedir. Böylece mü’min kendisinden çok din kardeşinin günahları ile meşgul olmakta; kardeşine karşı şeytan ve yandaşları ile birlik oluşturmak gibi bir düşmanlığa itilmektedir. Ardından gıybet ve dedikodu seansları korkunç bir “kul hakkı” nı gündeme getirmektedir. Her ne türlü tevbe edilirse edilsin¸ o kuldan özür dileyip helallik alınmadığı müddetce affedilmeyen “kul hakkı”¸ kişinin ahiret hayatını belirlemede ilk sıraları almaktadır.
 
Tevbe¸ rahmet kapısıdır. Mü’minlerin birbirini sevmesi ve devamında sağnak sağnak Allahın rahmetinin inmesi¸ o kapıya baş koymaktan geçer. Mü’minin yapacağı iş¸ kendini ve kırmadan dökmeden kardeşlerini bu kapının eşiğine taşımaktır. O eşikte Allah’ın rahmetini kana kana yudumlamak ve kardeşlerine o rahmetten kase kase sunabilmekten daha güzel bir bahtiyarlık olabilirmi? Bütün insanlık bu nimetle hayat bulmak için dört gözle bekleşmektedir.
 
İşte bu nimetle hayat bulmak için büyük bir fırsat kapısının eşiğinden içeri adım atmış bulunuyoruz Ramazan ay’ının manevi iklimiyle…
 
Fırsatı iyi değerlendirmeli.

PAMAZANDA ESKİ BİRŞEYLER YAPMAK...
 

ImageRamazan ayının her teşrifinde var oluşumuzun bir parçasını yeniden inşa ederiz. Bu ayda bize değer katacak tüm güzel davranışları artırmaya çalışırız. Bir yandan da biliriz ki bir amelin kendi başına güzel olması yetmez kabul olması için; aynı zamanda katışıksız saf bir iyilik niyetiyle yapılması gerekir. Buna "ihlas" diyoruz. Yani tüm amellerini sadece yaratanın hoşnutluğunu dileyerek yapmak. İnsan buna azmedince ne kadir bilmezlikler ve doymazlıklar ne de kabalıklar, çirkinlikler kesiyor yolunu. Bizi dönüp baktıran sadece Mevla'nın huzuruna layık mı yaptıklarım endişesi oluyor. Bütün bunlar eski zamanların endişeleri. Şimdilerde iyiliği iyilik olduğu için yapana, insanlardan hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir planın adımları olmadan iyiliğe yönelene başka sıfatlar uygun görülüyor bütün iyilikleri kaz/tavuk ilişkisi üzerinden hesaplayanlarca. Yeni şeyler yapmak, bunu yaparken de eskiyi silip götürmeden, geleneğin de gerisine düşmeden, eksilterek değil, ekleyerek yeni şeyler yapmak ne güzel olurdu.

İbadet ayı Ramazan kadar eski şeyler yapmanın yakıştığı başka zaman dilimi var mı? Bu ay kulluğumuzun daha yoğun bir şekilde ilahî divana arz edilme zamanıdır. Gel gör ki insan cinsi her daim yeni heyecanlar peşinde koşar ve de bir şey kendi icadıysa güzelliğinden zerre kuşku etmez olduğundan ne yapar eder her şeye bir yenilik katmak ister.                                                               Son zamanların "ilginç ve yeni bir şey yapalım" hastalığı, zihinsel ve ruhsal donanımımızın geldiği son noktayı ortaya koyacak şekilde camilerin manevi havasından ve kubbelerle minarelerin muhteşem dansının kucağında sanat, estetik ve maneviyatın buluştuğu sükûnetli iftarlar ve huşu dolu teravihlerden bizi bugünün işporta usulü panayırcılığına getirip bırakıverdi. İşte "yeni bir şey yapalım"ın vardığı son nokta.

Yalvarıyorum: Hiç olmazsa Ramazan'da eski şeyler yapalım. Mukabelelere katılalım, teravih kılalım, vaaz dinleyelim, kitap okuyalım, hatmedelim, cami ve türbeleri ziyaret edelim, gösterişsiz iftarlar verelim (evlerimizde!), gösterişsiz iftarlara gidelim (evlerimize!), acıkıp susadığımızı duyumsayalım, ikindi sonralarında sokaklardan yavaş yavaş el ayak çekilsin, dudaklar duaya dursun... Bunlar hep eski şeyler.

Bu Ramazan'da "eski şeyler yapalım" temalı bir ön hazırlık yapsak. Belediyeler, müftülükler, imam hatip liseleri, ev hanımları, iş adamları, Diyanet hepimiz eski şeylerin bir listesini yapıp Ramazan'a öyle hazırlansak. Mukabelelerde ruhlarımız arınsa, kulaklarımızın pası silinse, ezanlar okunurken hiç bitmese istesek, iftarlarda yüzlerce kişinin arasında kaybolmasak, küçük, insanî, hoş sohbetli, alçakgönüllü iftarlar olsa, vaazlar basmakalıp olmasa, içten gelen ve doğrudan kalplere işleyen vaazlar olsa, herkes hatmetse, camilerin, türbelerin civarına yaklaştıkça bir manevi atmosfer sarsa hepimizi, teravihlerde okunan Kur'ân, kılınan namaz içimize işlese...

Kurumlar yeni şeyler yapmak istediklerinde hemen her zaman bunun medyatik sonuçlarını da hesap ediyor ve tribünlere oynayarak yeni şeyler arayışına giriyor. Buna karşı değilim. Vakıflar, dernekler, siyasi partiler, belediyeler, şirketler hatta kamu kurumları yaptıkları hizmetler medyada yer aldığı oranda başarılı sayıldıkları için daha en baştan planlarını yaparken basında öne çıkabilecek bir etkinlik düzenlemeye çalışıyorlar ki sonunda hepimiz, "vay be falanca belediye ya da kurum ne güzel işler yapıyor" diyelim. Lakin her zaman bir taşla iki kuş vurulamadığından, bilhassa da ibadet mahiyetindeki faaliyetlerde ihlas olmayınca ibadetler "etkinlik"e ve tüm bu hizmetler de bir gösteriye dönüşüveriyor. Hem tanıtım amacı güdüp hem de ihlası bozmamak, zannımca kurumsal başarılardan kişisel amaçlar gütmemekle gerçekleştirilebilir. En büyük tanıtım borcumuzun Allah'ın dini için olduğunu bilmek, benliği aradan kaldırınca Yaradan'ın tecelli edeceğine iman etmek eski de olsa yeni de, yaptıklarımıza ruh katabilir.

Şimdi eski şeyler yapma zamanı... 
 


 
 
 

HABER 7
 
TİMETURK
 
 
Bugün 5020 ziyaretçi (7232 klik) kişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol